İncelenen Eser: Murat Belge, Militarist Modernleşme, İletişim Yayınevi, 2011, Siyaset, 830 Sayfa
Postalkafa Familyası
Türk Dil Kurumu tarafından “bir ülkede ordu gücünün aşırı derecede ağır basması” ve “her tür sorunu askerî yöntemlere başvurarak çözme, bundan dolayı silahlı kuvvetlere öncelik tanıma eğilimi” şeklinde iki anlam biçilmiş olan ve kulağımıza hiç de yabancı gelmeyen, kendisini öyle ya da böyle ‘demokrat’ olarak nitelendiren pek çok kişinin şikâyetçi olduğu, adındaki süsü Fransızca kökeninden alan bir siyasal işleyiş: Militarizm... Militarist ise ‘tüm bu işleyişten’ memnun olan insan evladı demek.
Murat Belge, sıkı bir antimilitarist. Ordunun; halkın siyasal tercihlerine doğrudan ya da dolaylı olarak müdahale etmesinden ve yaşanan onca acılı deneyime rağmen bazı insanların hâlâ militarist söylemlere sahip olmasından son derece rahatsız. Burada, Militarist Modernleşme’nin, militarizmi doğrudan karalama amacı güden bir kitap olmadığının altını çizmeliyim. Zaten modernleşme olgusu üzerinden hareket edilmiş olması, yazarın militarizmin kısmen ‘kötü olmayan işler’ de becerebildiğini düşündüğünü gösteriyor.
‘Ordu egemenliğinde yönetim’ konusunda yazarı en çok endişelendiren şey bu ‘silahlı gücün’ hangi niyetle, kimin elinde olacağının bilinememesi.
“Şimdiye kadar Kemalist milliyetçi ideolojinin elitizm ve pozitivizm yüklü militarizmiyle geldik. Bunun yerini daha ‘aşağıdan yukarıya’ olduğunu söyleyebileceğimiz bir ‘İslami militarizm’in alması büsbütün imkânsız mı? Bence peklâlâ mümkün.” (Belge, s.786)
Bu nedenle bir yerde militarist ideolojinin varlığı/yokluğu analizi yerine; onun, getiri/götürü analizini yapmak gerekiyor. Örneğin Türkiye’de, askeri otorite dozunun her artışı topluma olumsuz şekilde yansımıştır. Belki de bu yüzden, gerçekleştirdiği devrimleri üzerindeki üniformayı çıkarıp da bir siyasetçi olarak yapmıştı Mustafa Kemal; asker kökenli olmayan Hitler ise, emperyalist güçlerle yarışabilme yolunun mutlak otoriteden geçtiğine inandığından olsa gerek, üniforma giymiştir.
Kitapta; Almanya, İtalya, Japonya, Hindistan, Türkiye ve Yunanistan ayrı birer başlık olarak incelenmiş. Bahsi geçen her devletin tarihi kapsamlı bir şekilde yazılmış, hatta yorucu detaylara dahi girilmiş. Neyse ki her başlığın içeriği bir süre sonra militarizm odağında toparlanıyor ve bu altı devletin modernleşme süreçleri aktarılıyor. Öte yandan, Bismarck’ın Alman siyasal birliğinin sağlanması sürecindeki çalışmaları, Gandhi’nin bağımsız Hindistan mücadelesi, Mustafa Kemal’in Türkiye’nin modernleşmesi adına toplumsal ve özellikle siyasal alana getirdiği yenilikler, aydınlama çağının başını çeken ülke İtalya’nın Mussolini ile nasıl faşist ve revizyonist bir politikayı benimsediği, Japonya’da vatan ve imparator sevgisinin temelinde yatanın ‘inanç faktörü’ olduğu, Yunanistan’ın ise en eski siyasal ideolojilere beşiklik etmiş olmasına rağmen neden dünya siyasetinde bu derece pasif kaldığı konuları okuyucuya düşündürülüyor.
Sonuç olarak kitap, militarizmin devlet bünyesine nasıl yerleştiği, nasıl hareket ettiği, sonrasında nasıl eridiği ya da varlığını sürdürebildiği konusunda etraflıca fikir sahibi olmamı sağladı. Aslında yıllardır kendimizi yönetmediğimizi, silahıyla başımızda bekleyenlerin önünde ‘adam seçme oyunu’ oynadığımızı hissettirdi. Ben, ancak birbirine tahammül etme iradesi gösteren, farklı fikirlerle harmanlanıp bir şeyleri ‘birlikte’ başarmanın yüceliğini idrak eden insanların yaşadığı bir toplumda, askerin elini siyasetten çekeceğine inanıyorum. Tabii en ufak bir toplumsal ayrışmada darbe çığırtkanlığı yapan ‘postalkafa’ familyasının nesli tükendikten sonra!